11 Temmuz 2011 Pazartesi

Dönmek







Hiçbir şey bana ait değildi. Bana ait olan her şey o anda çok uzakta, çok yabancı, çok sisli ve gerçek anlamda pusluydu. Teker teker yuttuğum hapların etkisinde yerde yatıyordum. Gözümde çok yakından tanıdığım iki ayak… Hızlı, telaşlı… Yüzümü dayadığım beton beyaz ve soğuk. En güzel hallerimle onu karşıladığım kapının önünde ölmek üzere yatıyordum.







Ölmenin kolay olacağını düşünmüştüm. Aslına bakarsanız kolay da. Ölmek üzereyken yoldan çevrilmek çok acı veriyor.

Şimdi anlatacağım şeylerin, kuracağım cümlelerin çok edebi olmasını beklemeyin. Sadece yaşamış olduğum şeylerin kaydını tutuyorum. Hikayeme devam edebilmek için hiç istemediğim anları bile yazacağım avam şekilde ya da pek sanatsal. Fark etmez…

Hastaneye nasıl geldiğimi halen bilmiyorum. O’nun eve gelmesi, beni o halde bulması, hastaneye getirmesi bölük pörçük kafamda. Burnumdan sokulan o iğrenç kablonun bırakın içtiğim hapları, tüm iç organlarımı dışarıya çıkaracağını sanmıştım. Öyle çok acı veriyordu ki doktora vuruyor, daha fazla ağlıyor, ölmediğime iyice pişman oluyordum. O’nun ismini ise bütün hastanede çınlatıyordum, nefes alabildiğim anları yakaladığımda tabi ki. Doktorun ‘e o zaman yapmayacaktın’ laflarıyla çığrından çıkacak ve sesini kesmesini söyleyip küfredecek kadar bilincim yerine gelmişti bu arada. Kimi, hangi durumda, neyden pişman etmeye ve ders vermeye çalışıyordu? Ona haftada bir gelen bu ‘sıradan’ vaka benim tüm hayatımı alt üst ediyordu; o kadar realist olmamalıydı.

O gün yoğun bakımda kalacaktım. Ömrüm boyunca bu kadar yalnızlık çektiğim olmamıştı, bu kadar terk edilmiş, bu kadar çaresiz ve o kadar korkunç bir ortamda kalmamıştım; bahse girerim kalmam da.Burnumdaki o korkunç kabloyla bir gün geçirecek, yattığım yerden kıpırdayamayacaktım. Bir günün öyle bir durumda bir ömür gibi gelmesi işten değil. Nefessizlikten boğulacaktım, bunun gerçek bir cehennem olduğuna inanıyordum. Kendi ömrüme kendim son vermek istemiştim ve bunun bir cezası olmalıydı. O kadar kolay ölünmezdi.
İki bildiğimiz ölü hasta ile yoğun bakımdaydım. Yattığım yerden onlara bakıyordum. Herkes eminim bir daha ayaklanamayacaklarını biliyordu. Yine de kablolardan, serumlardan su ve yiyecek verip popüler Türk dizilerini açıyorlardı televizyondan. Bağırasım ve her şeyi yıkasım geliyordu. İmkanı yoktu ama gelene gidene sürekli ‘çıkar beni buradan’ diye fısıldıyordum, yapabilsem kulaklarını patlatırdım tabi.

Uyuyamıyordum, ziyaret saatini bekliyordum. Gelmeliydi, onu görmeden yapamazdım. Geldiği zaman ise sadece özür diliyor, ağlıyor ve sarılıyordum. Yaşadığım o anların tarifini nasıl yapsam bilemiyorum; bilemiyorum onları anlatacak harfler, kelimeler mevcut mu…

Sabah annemi geldi. Burnumdan sokulan boruyu çıkarmışlardı. Yemek yedirip su içirdi. Hayatta tanık olabileceği en kötü halde görüyordu beni, oysa ne güçlüydü. Yoğun bakımdan çıkıyordum, kapıda babamı gördüm. Sarıldı, ağladı. Babamı ilk kez ağlarken görüyordum. ‘Tamam’ dedi ‘geçti her şey, şimdi evimize gidelim’.

Soğuk bir kış günüydü, ama güneş ışıldıyordu. Benim için değil. Güneşin artık benim için doğmayacağından emindim. Ucu bucağı görünmez bir yolda gibiydim, yine de sayıyordum adımlarımı...

Bugünün sesi: http://fizy.com/#s/14ywgf


20 Şubat 2011 Pazar

Oturdum, Ölümü Bekledim







Bu zamana kadar çok şey yaşadım. Ama hayata karşı olan inancımı hiç kaybetmemiştim. Beni bana sorsalar bir şeyler anlatamazdım belki, ancak beni kime sorsalar hayattan ne denli zevk alabildiğimi söylerdi. Belki de acıları görmezden gelerek başarıyordum bunu, belki de kendime göre o an için durumu kurtaran ama asla makul olmayan çözüm şekilleri ile…





Onsuz yaşadığım o altı ayda da kendimin bile makul bulmadığı çözümler ile özlemimi aşmaya çalışmıştım. Geldikten sonra hepsini unuttum belki ama onlar orada, benim hayatımda ‘yaşanmışlıklar’ içerisinde yerini almıştı çoktan.

Kıskançlık ile gelen o yoğun buhran döneminde artık ardı arkası kesilmeyen ve bitecek gibi de görünmeyen suçlamalar ve kendi kendimi aşağılamalarla baş başa kalmıştım. Kıskançlık kendime yediremediğim en büyük duyguydu. Arkasından işsiz kalmamın yarattığı boşluk ve kadın kadına yürütülen bir ilişkinin acemiliği geliyordu. Hepsi için tek bir sorum vardı: ‘bunları neden ben yaşıyorum?’

Tüm bunları kendi kendime aşmamın bir yolu yoktu ama o zamanlar gücümü yitirmekten çok korkuyordum, profesyonel bir yardım almanın beni iyice güçsüzleştireceğini ve bu yardımın bana yarar sağlamasından ziyade acizliğimin suratıma vurulmasına neden olacağını hissediyordum. Hem zaten ne anlatacaktım? Sevgilimi ne kadar çok kıskandığımı mı, ya da işsiz kalmanın yarattığı bunalımı mı? Anlatacak bir şeyim yoktu, hepsi bu.


Bir sabah uyandığımda bilgisayarım açıktı. Bilgisayarın başına sevgilim, ona hediye ettiğim kolyeyi bırakıp gitmişti. Ekranı açtığımda onunla birlikteyken eski sevgilimle de görüştüğümün  kanıtı olan belgeler gördüm. 2 yıllık ilişkimi bitirememiştim. Durumu erkek arkadaşıma anlatsam da kabullenmek ve beni kaybetmek istememişti. Ona eskisi gibi derin bir aşk beslemiyordum belki ama içimde olan sevgi ve suçluluk duygusu onu silip atmama engel olmuştu. Yapamadığımı ve ayrılmak istediğimi söylesem de beni öyle bir sebepten bırakmak istememesi işleri iyice zorlaştırmıştı. Kendi içimde de yaşadığım ikilemler vardı. Erkek arkadaşımla devam edersem yaklaşık altı ay sonra evlenecektim. Gelinlik giyme ve anne olma gibi en büyük hayallerim gerçekleşecekti. Ama yapamıyordum. O kadını düşünerek daha fazla eski ilişkime devam edemiyordum. Her zaman bir üzülen olacaktı, hiç ama hiç istemeyerek erkek arkadaşımın üzülmesini seçmiştim. Seçmiştim ama O’nun onu aldattığımı düşüneceği kadar geç bir zamanda vermiştim bu kararı. Şimdi gözümün önünde bıraktığı kolye ile kalakalmıştım.


Ağırdı. Kaldıramadım. Suçluluk duygusu ve pişmanlık bir araya gelmiş, üstümde tepiniyor gibiydiler. Ne yapacağımı bilemiyordum. Kalbim güm güm atıyordu, kendimi parçalamak istiyordum. Onunla bu konu için yüz yüze gelmeye takatim yoktu. Zaten sebeplerimi anlatsam bile anlamayacak ve beni ömrü boyunca affetmeyecekti. Bunu kaldıramazdım.

Çok sakin şekilde kalktım. İlaçlarımızı koyduğumuz dolabı açtım. Mutfağa geçtim. Hepsini yere döktüm. Yanıma bir bardak su alıp arasından seçtiklerimi birer birer atmaya başladım ağzıma. Hap içemeyen biri olarak oldukça da kolay yapıyordum bu işi. Yeterince içtiğime kanaat getirince biraz durdum. Bir sigara yaktım, bekledim. Ne hayatım gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu, ne ölüm korkusu vardı, ne de benden sonra olacakları düşünüyordum. Aklımda, zihnimde büyük bir boşluk vardı. İnsanın gerçekten hiçbir şeyi düşünmediği anı işte o dakikalar içinde yaşıyordum.

Oturup sigara içmeye devam ettim, aklımda hiçbir şey yoktu; zaten buğulanmaya başlamıştı da her şey. Orada, mutfağımızda oturup sigara içerek ölümün gelmesini bekliyordum. 

11 Şubat 2011 Cuma

Kıskançlık





Onun gelmesiyle hayatımdaki her şey rayına oturmuş gibiydi. Yeni bir evimiz vardı. Yuvamızı yavaş ama güzel şekilde, tam istediğimiz gibi olmasa da bizi memnun edecek kadar iyi kurmaya başlamıştık.






Geldiği gün bambaşkaydı. Altı aylık bir özlem sonrası ne yapacağımı bilemez haldeydim aslında. Teni, saçları, konuşması… Her şeyi değişmiş gibi geliyordu. Bu kadar özlem yaşadıktan sonra nasıl davranacağımı bilemiyordum. Beklemeye alışmıştım belki, belki de beklemekten çok yorulmuştum. Onu karşımda görmek bana çok büyük bir mutluluk veriyordu vermesine ama bu uzun ayrılık dönemi sonrasında onun yanımda olması garip bir hissi de beraberinde getirmiyor değildi. Çok tuhaftı gerçekten, hem hiç onsuz o ayları yaşamamış, o hep yanımdaymış gibiydim;  hem de aslında daha gelmemiş ya da her an gidecekmiş gibiydi. O altı ayda içimde açılan boşluk hissini kapatamadım bir süre.

Aynı yatağa yatmaya başlayıp, aynı masada, birlikte kurduğumuz evimizde yemek yiyene ve televizyonun karşısındaki kanepede sarılarak saçma sapan dizileri büyük keyifle izleyinceye kadar yaşadım bu ne yapacağını bilemez durumları. Sonra fark ettim ki artık bambaşka bir hayatın içindeyim. Onunla bir hayat kuruyorum. Hiç kimse bu hayata müdahale edemez, hiçbir şey bu birlikteliğimizi bozamazdı ve her şey mutluluğumuza birer katkı gibiydi. Gecenin geç saatlerine kadar uzayan işimi bırakıp kendimi evimize vermiştim. Her gün en güzel yemeklerle ve güzel bir evle onun işten gelmesini bekliyordum. Ona kapıyı açmaktan, bütün gün o anı beklemiş yüzünü görmekten daha çok mutlu edecek bir şey yoktu beni. Hiçbir şey sıkıntı vermiyor, aksine en rahatsız olabileceğim şeyleri bile göz ardı edip mutlu olabileceğim bir şeyler çıkarabiliyordum. Yaklaşık bir yıldır çok acılar çekmiştim, çok yalnız kalmış ve gerçekten mutsuzluğun ne demek olduğunu anlamıştım. Şimdi, bütün o acıları bu günleri yaşayabilmek için çektiğime inanıyor, artık hayattan başka bir arzumun kalmamış olduğuna inanıyordum. Elbette bu mutluluğun daimi olmasından başka.

Ancak beni bugün bu kadar yorulmuş kılan, güçsüz yapan ilk adımları da aynı dönemlerde yaşamaya başlamıştım. İlk olarak eski sevgilisinin birkaç fotoğrafını, bir başka sevgilisinin ise mektubunu bulmuştum bir çekmecede. Bu beni öylesine derinden yaralamıştı ki. Onların orada olduğunu bilmediğine, saklamadığına inanıyordum, savunması inandırıcı ve mantıklıydı çünkü. Ama ben kırılmıştım çünkü birlikte kurduğumuz evin içerisinde bunları bulmamalıydım. Kırılganlığımı çabuk da aşmıştım, bunlarla kaybedemeyecek kadar değerli idi çünkü birlikte geçirdiğimiz zamanlar. Fakat bir, iki, üç olmaya başlamıştı aynı şey ve kırgınlığım üzüntüye, sonrasında ise öfkeye dönmüştü. Fazlasıyla büyütmeye başlamıştım bu durumu. Sürekli önüme çıkıp durmalarından inanılmaz büyük bir rahatsızlık duyuyordum. Birlikte yaşamamızın üçüncü ayında artık paranoyalarla kendimi delirtmeye başlamıştım. Yazarken çok basit geliyor aslında, anlamanızı beklemiyorum bu nedenle yaşadığım o ağır dönemi. Ama öyle yaralayıcı, öyle kırıcıydı ki benim için ve kademe kademe ilerlemesi, her yaşadığımızda aynı şeyi gerekçe olarak önüme sunması artık beni delirtir vaziyete gelmişti. Eski sevgililerini öldürmek, boğmak istiyor, hiç tanımadığım ve belki de çok iyi insanlar olabilecek o insanlara hıncım ve öfkem gün geçtikçe artıyordu. Oysa benim de eski sevgilelerim vardı, olmuştu ve onun da olmasından daha doğal bir şey olamazdı. Ama bunu kabul edemiyor, en azından onları artık bu kadar yakından tanımamam gerektiğini düşünüyordum.  

Ve ben o zamana kadar kimseyi kıskanmamıştım. Ne ablamı, ne çocukluğumda arkadaşımı, öğretmenimi, benden iyi not alan sınıf arkadaşımı, benden güzel olan başka bir kadını, sevgilimi, annemi, babamı… Kimseyi kıskanmamıştım ben. Şimdi bu büyük bir aşka birlikte gelen kıskançlığı kaldıramıyor, akıl almaz buluyordum. En yakın dostum dediğim kişilere bile bu derdimi anlatamıyor, “kıskanıyorum ve bu beni deli ediyor!” diyemiyordum. Çünkü hissettiğim bu iğrenç duygudan utanç duyuyordum.
**

İlk maaşını aldığı gün birlikte sık sık yaptığımız gibi güzel bir restauranta gittik. İlk maaşını almıştı, birlikteydik, mutluyduk, huzurluyduk (ona göre). Ama benim halim niceydi. İçimde bir şeyler beni mutlu olmaktan alıkoyuyor gibiydi. Ne kadar sevinsem ve gülmeye çalışsam da içimde yaşadığım paranoya ve kıskançlık artık benim ben olmama izin vermiyordu. Masaya oturduk, şaraplarımızı söyledik. “Noldu? Bir şeyin var belli ki, benden saklama lütfen” demesiyle birlikte kalabalık lokantada gözyaşlarımı salıverdim. Hikayemi takip eden biri iseniz artık çok dolmadan, bıçak kemiğe dayanmadan ağlamadığımı da öğrenmişsinizdir. Böylesine basit bir konuyu büyüterek bu raddeye getirmiştim işte. Hıçkırıklarla boğulmuş vaziyette derdimi anlattım. Bu nedenle psikoloğa gitmek istediğimi söyledim. Kıskançlığın beni yiyip bitirdiğini onun görmediğini, bu hale beni onun getirdiğini yüzüne tokat gibi vurarak anlattım. Kendini suçlu hissediyordu. Vicdan meselesi haline gelmişti ağlamamla birlikte. Ama onun üzülmesinden rahatsızlık duymuyor, aksine acının dibine vurmasını istiyordum. Üzüntüme öfke de karışmıştı artık. Bu şekilde hissetmeme ve ilişkimize darbe vurmaya o sebep olmuştu. Rahatlamıştım bu öfkemi ve üzüntümü anlatarak ama artık yaralandığımı biliyordum. Sorunlarımızı çözmüş gibiydik aslında. Ama aslında benim için hiç de öyle değildi…



Bunun dışında eski ve yeni yazılarımı www.gecenotlari.com sitesinden takip edebilirsiniz. Sevgiyle kalın.

21 Ocak 2011 Cuma

Zaman Atlamak




Hayatımızın belli evrelerini gözden geçirdiğimizde kayda değer bir şey olmadığını düşünürüz. Her zamanki sıradan, monoton işlerle uğraşmışızdır, belki de öyle boştur ki anlatılmaya değer hiçbir şey yoktur.





Ben bir zamana kadar hayatımın tüm evreleri için bunu düşündüm. Konuşmamamın ya da diğer insanların saatlerce komik ya da çok önemli olduğunu sandıkları şeyleri anlatmaları gibi bir işe girişmememin sebebi öncelikle konuşmayı o kadar da çok sevmememdi tabi, ama bir şeyler anlatmaya yeltenince de anlatacak şey bulamıyordum. “Ne anlatayım?” Gerçekten mutluluğu da mutsuzluğu da benim gibi en dibinden yaşayan biri için bir şeyleri yaşamış olmamak imkansızdı. İnsanlar en boktan hikayelerini yeni tanıştıkları insanlara bile dinletirken neden ben derin olduğuna inandığım yaşanmışlıklarımı paylaşamıyordum?

İlk yazımda da yazmış olduğum gibi bu bende bir ihtiyaç olmaya başladı, çünkü yaşananlar biriktikçe anlatma hissi daha da kuvvetleniyordu. Ama anlatma hissi ne kadar yoğun olursa olsun, hiçbir zaman anlatma eksikliğimi gideremeyecekmişim gibi geliyordu.

Aslında hala daha öyle ama yazmakta buldum çareyi ve beni rahatlatan bir şey oldu bu zamanla. Sadece yaşadıklarımı anlatmak bile benim için büyük ilerleme kaydetmek demek. İnanın sadece yaşamınızdan paylaştığınız önemsiz kesitler bile rahatlatmaya yetiyor insanı.

Bunlar değildi aslında yazacak olduğum şeyler… En başta belirttiğim o gözden geçirmeyi yaptım hikayeme devam etmek için ama gerçekten kayda değer bir şeyler yoktu. O zamanlar elbette belli bir hareket içinde yaşıyordum yaşamasına ama o 6 aylık mutsuzluk, özlem ve yalnızlık hissi tüm gel-gitlere, iniş- çıkışlara rağmen devam ediyordu. O evreyi bugünlere baktığımda oldukça sıradan görüyorum. Bugün için anlatılacak çok daha fazla şey var çünkü.

Evlenme teklifi edip “evet” yanıtını almamla, beni Çek Cumhuriyeti’ne götürecek projeyi iptal etmemle, yeni, saçma sapan bir işe başlamamla ve yine yalnızlıkla yaptığım saçmalıklarla dolu geçen 3 ayı geride bırakacağım bu yüzden.
Geride bırakıp, O’nun geldiği Eylül ayına hemen geçeceğim, gerçekte beklediğimden çok daha kolay yapacağım bunu, çünkü geçmişte anılarınızla yolculuk yaparken zaman atlayabilmek çok kolay… Tahminimizden daha fazla.


14 Aralık 2010 Salı

Özgürlük (mü?)

                






Özgürdüm. Seçerek elde ettiğim bir özgürlüktü yaşadığım. Mutlu olmaktı derdim, ya da mutsuz olmaya değecek bir özgürlük. Zaten her zaman mutsuzdum, bari mutsuz bir özgür olurdum.
          





  Aslında hayatımda değişen hiçbir şey olmamıştı. Ne bu şekilde mutlu olacağıma, ne de özgürlüğüme bu şekilde kavuşacağıma inanıyordum. Zaten bir işi çözerken her zaman saçma, aptal yöntemlerim olmuştur. Bilmiyorum nasıl oluyor ama bazen de tutuyor işte. Hayatın iniş çıkışları ile baş edebilmek için de  daha sağlıklı, ne bileyim daha olgun yöntemler bildiğimi de zannetmiyorum. Yine öyle olmuştu zira. Yine onu seviyordum; bu benim en büyük tutsak yanımdı. O yine uzaktaydı; bu ise en büyük mutsuzluğum. Kimseye onu ne kadar sevdiğimi ya da ayrılmamın nedenini anlatamamamsa en büyük derdimdi.
           
 Soranlara ‘sıkıldım’ diyordum, ‘böyle yürütemiyorum.’ diyordum. Yalan değildi ama eksikti. Belki de kendimi güçlü göstermeme yarayan şeydi. Gitmişti, bunu hak etmiyordum ve bitirmeye karar vermiştim. Hepsi buydu. Önüme bakacak, kendimi üzecek bir hayatı elbette ki seçmeyecektim.
       
 Çok sevdiğim iki dostumun yanında kalıyordum.  Bol bol kedisi olan bir evdi dostlarımın evi ve ben kedilerden inanılmaz şekilde korkuyordum. Bu sebepten kaldığım odada yalnızca bir aylık minik bir kedi vardı. Sokakta çok aciz bir haldeyken arkadaşlarım eve alıp bakmaya başlamışlardı. O ufacık kediden de inanılmaz şekilde korkuyor, başlarda ‘pist’ bile diyemiyordum. O ise bu mutsuz korkaktan hiç vazgeçmiyordu. Etrafındaki tek kıpırdayan şey ben olduğum için yaşının gerektirdiği gibi oynamak istiyor, terliklerime, çoraplarıma, kıyafetlerime, en önemlisi uyurken popoma dadanıyor, benden sağlam papara ve bazen hafif bir tokat yemesine rağmen pes etmiyor, bu agresif kadından başka kimsesi olmadığı için sevse de sevmese de yakınlaşmaya çalışıyordu. Bu küçük kavga ve inatlaşmalarla iki haftayı devirmiştik. Sevimliliğine daha fazla dayanamayıp önce çorapla ve şarj aletiyle (dokunmamak için) onun oynama gereksinimini karşılamaya başlamıştım. Bu şekilde başlayan samimiyetimiz en sonunda gece koltuğumun altında ya da elele tutuşarak uyumaya kadar varmıştı. O odada yalnızken yaşadığım her şeye tanıktı. Kimsenin yanında üzülemezken gece uyurken onunla birlikte kederlenebiliyordum. O ise annesizdi ve uyurken patilerini yanağıma, saçlarıma, ellerime koyuyordu.
           


 Bu ufaklıkla geçirmediğim zamanlarda başka bir ufaklıkla vakit geçiriyordum. 19 yaşındaki bu yeni ‘sevgilim’ le maceradan maceraya koşuyor, her akşam içiyor, dans ediyor ve sabah sekiz sularında eve gidiyorduk. Kimi zaman tren istasyonlarında sabahlıyorduk. İkimizin de acısı vardı. Aynı acıyı farklı insanlarda ve farklı şekillerde yaşıyor ama aynı yolla iyileştirmeye çalışıyorduk. İkimiz de bir başkasına aşıktık, ikimizin de olmak istediği yer aslında hiçbir zaman bulunduğumuz yer değildi. Acıların birbirimizi anlamamızı sağladığından mıdır bilmem, gayet de iyi anlaşıyorduk. Ne o benim sevgilimdi, ne de o beni seviyordu ama bizi birbirimize yakınlaştıran çok daha derin bir şeyler vardı. Yaşadıklarımızı anlatıyorduk, bir başkasına nasıl aşık olduğumuzu, nasıl derinden ve takıntılı şekilde bağlı olduğumuzu… Samimiyeti fazla olan bir abla-kardeş gibiydik belki de. İsim takmamız gerekirse illa ki…
         


  O’ndan ayrılalı neredeyse bir ay olmuştu ve bu bir ayda kendimi tanıyamayacak şekilde değişmiştim. Beni hayata bağlayan tek şey, iyileştireceğine inandığım tek şey ise Çek Cumhuriyeti’nde başlayacağım yeni hayattı. Sürekli bu işle alakalı bürokratik işlemlerle uğraşıyor, o şehirden bu şehire koşturuyordum. Sigaraya da başlamıştım tabi, önceden yalnızca keyif için arada sırada içtiğim sigara vazgeçilmezlerimden biri olmuştu. Kendime zarar vermenin değişik bir yoluydu. Dumanı her içime çekişimde bir rahatlama hissediyordum, ciğerlerimi bu zararlı şeyle doldururken bu yeni kendimden intikam alıyordum. "Sigaranın o kadar sevilmesi, nikotinin gücünden değil, bu boş ve anlamsız alemde insanda anlamlı bir şey yaptığı duygusunu kolaylıkla vermesindendir, diye düşünürüm bazen." diyen Orhan Pamuk'un sözüyse hep aklımdaydı. En önemlisi de hayatta çok çabuk bir şeylere bağlanabildiğimi görmeye başlamıştım; önce O, sonra kedi ve sonra sigara. 
            


Ayrıldığımdan beri hiç ağlamamıştım. Kedimle birlikte oynarken üstüme zıplamış ve ince pijamamdan yavaş yavaş aşağıya kayarken çok da acımayan tırmık izleri bırakmıştı bacaklarımda. Durdum, ağlamaya başladım. Yere oturarak ve yine koltuğa tutunarak deli gibi ağlıyordum. Kimsenin duymaması için bir yandan mücadele verirken ağzımdan salyalar akıtarak dediğim şey ise şuydu: “Şimdi hayatta en çok istediğim şey, ölene kadar bu kızı hiç kaybetmemek!”
           


 Bir hışımla kalktım, hazırlandım. Arkadaşlarım bu heyecanıma bir anlam verememişlerdi. Israrlı soruları üzerine, sonunda söyledim: “O’na evlenme teklifi edeceğim.” Şaşırdılar, bizsiz olmaz deyip yüzük seçmeye benimle birlikte yola çıktılar. Yolda mutluydum, onların dediği ise daha ziyade manyak olduğumdu.

Bu gecenin sesi: http://fizy.com/#s/1if7di

16 Kasım 2010 Salı

Dört Gün Dört Gece








Herkes kendi acısını yaşarken en acıklı durumda oldugunu düşünür. Dünyanın en büyük acısı onu bulmuştur, ağır şekilde yaralanmıştır ve bir daha hiç iyileşemeyecektir. Oysa mutlu iken mutlu oldugunu fark etmez de geriye dönüp en mutlu anını aradığında ya da kötü ihtimal artık elinde olmayanı düşünüp onunla ilgili gülümseten bir şeyler hatırlamak zorunda kaldığında yaşadıklarından en güzelini seçer ve der : ‘ Mutluydum’. İşte ben onunla yaşadığım o dört günün her anında mutluydum. Daha önemlisi o mutluluk anını yaşarken mutlu olduğunu hisseden ender insanlardan biri olduğumu biliyordum.






Dünyanın en zavallısı oldugunu düşünürken insan gözüne ışık tutulmuş tavşan misali nereye gideceğini ya da neyin doğru oldugunu pek bilemiyor. Ben de onulmaz yaramı kendime göre en kesin yöntemle tedavi edecektim. Ayrılmak… Bu kadar yalnızlıgı hak etmiyordum. Ne derdim vardı o kadar zaman bekliyordum? Neden bunları çekmek zorundaydım? Zaten Çek Cumhuriyeti’nde yeni bir hayat beni bekliyor olacaktı, onu oraya aldırma çabalarımın sonuçsuz kalacağını ikimiz de biliyorduk.

Bunları söyledim. “Tamam” demekten ziyade her zaman bir şeylerin üstesinden gelmeyi seçen – en azından deneyen sevgilimse “Mayısta Türkiye’ye geliyorum” dedi.

Deliriyordum. Mayısın sonuna  kadar saymak elbette Eylül’e kadar saymaktan daha iyiydi. Dört günlük bir süre içinde bile birlikte olabilmek her şeyden üstündü. Sırf o dört gün için hayatımın yirmi beş yılını feda edebilirdim. Sağ salim gelebilmesi için dualar ediyorduk, en büyük korkumuz ise o sıralar İzlanda’da patlayan yanardağ yüzünden uçağının iptal edilmesiydi.

**

Tüm bu korkular geçmiş, havaalanında bekliyordum. Oturamıyordum, heyecandan… Ayakta duramıyordum, çünkü çişini zar zor tutan ya da ishal olmuş bir çocuk gibi kıvranarak hareket ediyordum ve haliyle orada bulunan herkes bu gerzekten gözlerini alamıyordu.

Sonunda girişte onu gördüm, aramızdaki bariyere rağmen elele tutuşarak bariyerin bitişine kadar koştuk. Sanki beni yiyip bitiren yoksuzluğuna inat eder gibi öyle bir sarıldık ki dünyada yalnızca o ve ben vardık. (Ama eminim gözünü alamamış o seyirci şimdi anlıyordu o gerzekliğin sebebini…)

O dört gün boyunca düşündüğüm tek şey onunla ne kadar mutlu olduğumdu. Sonradan hatırladığım bir mutluluk degildi bu. O anın içinde, elini tutarken avuçlarımda, her adımımda topuklarımda, her bakışımda gözlerindeki yansımamda, güneşte parlayan her bir saç telinde, yemeye doyamadıgı tatlının en güzel yerinde, içtiğimiz şarapta, uzun ve güzel gecelerimizde ve koynumda uyurken alıp verdiği o derin nefeste duyduğum mutluluktu. Onun için çektiğim her şey, lanet yalnızlığım, uykusuzluk, her şey ama her şey onunla birlikte geçirdiğim dört güne değerdi.

Ama dört gün kısa bir süreydi. Yine başka bir tarihi beklemek üzere ondan ayrılacaktım. Dört gün önce onu heyecanla karşıladığım havaalanında bu sefer gözyaşları içinde oturuyor, gitmemesini istiyor, onsuz ne boktan bir hayatım olduğuna onu inandırmaya çalışıyordum. Ağlayarak beni ikna etmeye çalışması ise durumumuzun ne denli çözümsüz oldugunu gösteriyordu aslında.  Ufak bir çocuk takıldı gözümüze. Lösemi hastası. Elinde bedeni olmayan  bir barbie bebek kafasıyla ordan oraya koşturuyordu. Yanımıza geldi, gözümün içine baktı “neden ağlıyorsun?” dedi. “Çünkü bu kız beni bırakıp gitmek istiyor.” demek isterken hıçkırıklara boğuldum. Bakakaldı. Sevgilimse “gidiyorum diye üzülüyor.” diyebildi. Cevabı mantıklıydı “e gitme o zaman sen de”.
Hayatımın en korkunç anları gitmesiyle geri gelmişti. Bu sefer çekmeye niyetim yoktu. Gidişinden bir hafta sonra ona şöyle yazıyordum:  “Ben yapamıyorum, buna katlanamıyorum. Bitsin.”


Bu gecenin sesi:    http://fizy.com/#s/1lw0i4

11 Kasım 2010 Perşembe

Acıdan Başım Dönerken







Kimse acıtamazdı beni. Kimse beni bırakıp gidememişti. Kimse ağlatmamıştı. Ya da kimse elimi bırakmamıştı. Kimse yıkmamıştı ve ben kimsenin bunu yapmasına zaten izin vermemiştim.





    

       Böyle bir acıya alışkın degildim. Çok acılar çektim belki, süründüğüm günler olmuştu elbet. Ama bu farklıydı. Ne o zaman bu acıya bir isim verebiliyordum, ne de şimdi bu acıyı yaşadıgım gibi anlatabiliyorum.

Bedenim taşlaşmış gibiydi, ruhum giden sevgili acısını beni kırbaçlarcasına yaşamaktaydı. Bedenim kaskatı kesilmiş, sanki ruhumun acısını yaşamasına karşı koyuyordu. Ne ağlayabiliyordum, ne de bağırabiliyordum. Sadece midemde, göğsümde, boğazımda bir yumruk… Bu yumruğun verdigi doluluk hissini, acıyı kaldıramıyor, yatağımda saatlerce cenin gibi büzülmüş vaziyette kalıyordum. Kilometreler yetmezmiş gibi her geçen dakika, saat, hafta sanki beni sevdiğim insandan  uzaklaştırıyordu. Hepsi birer düşman olup çıkmıştı vücuduma iğneler gibi batarak… Bu yalnızlığı hak ediyor muydum?

Uyanmak için bir sebebim yoktu sanki. Zaten uykusuzlukla kıyasıya verdigim bir mücadele söz konusuydu belki 10 yıldır. Hiçbir zaman “normal” yaşayan gündüz insanlarından olamamış, ancak güzel bir işle dize gelmiş, yine de dayanamamış, gece kahvaltı yapan, gece yazan, gece eğlenen, gece okuyan, gece çalışan, her şeyini gece yapan bir insan haline geri dönmüştüm. Gidişiyle gece-gündüz ayrımım da kaybolmuş, artık hiç uyumadan okula / işe gider olmuştum. En yakınlarım bu acımı görüyor ama onlara hiç bir şey diyemiyordum. “evet” ve “hayır” larla verdiğim cevaplar içimde yaşadıgım hiç bir şeyin açıklaması olamıyordu tabi ki.


“Bu üzüntüye pabuç bırakmamalıyım!” dedim bir gün kendime.  Gözpınarlarımda biriken yaşları engelleyemedim bu sefer. Hem zaten geç buldugum bir insanı uzaklara gönderebildiğim için, “gitme” diyemedim diye suçluluk duyuyor, hem kadersizliğime yanıyor, hem çıkış noktasını belli etmeden tüm bedenime yayılan o lanet yalnızlık acısını engelleyemiyor, hem de sevme ve sevilme gibi bir ihtiyacı ölüm kalım meselesi haline getirdiğim için kendime kızıyordum. Gözyaşlarım bunları ardına ardına düşününce daha da hızlı akıyor, kendimi zavallı gibi hissettirirken acıyı içime iyice işliyordu. En sonunda  ağzımdan salyalar akarak yere kendimi atmış vaziyette hıncımı koltuktan alıyordum.

Kafamı kaldırdığımda birazcık öfkeden kurtulmuş gibiydim. Aklıma en sevdigim yazarın en etkilendiğim cümlelerinden biri gelmişti. Daha iyi bir fikir olamazdı, en azından o an yok gibiydi. Apar topar üstümdekilerle, o sert kış soğuğunu ve karı düşünmeden evden fırladım. Koşarak fikrin merkezine geldim.

“Bir ara aşktan sersemlemiş bir kafayla salıncağa bindim ve tüm gücümle sallanmaya başladım. Salıncak hızla düşer gibi aşağıya inerken karnımdaki acı biraz azalıyordu. Salıncağın uzun ipleri gıcırdar, ben havada koskocaman bir yay çizerken, kafamı geriye ve yere doğru sarkıtırsam, aşk acım biraz daha erteleniyordu. “ (O. Pamuk, Masumiyet Müzesi)

Eve karın kokusunu ve o garip sessizliğini duyarak geldim. Rahatlamıştım. Belki bu yöntem işe yaramak zorundaymışçasına o salıncaklara koştugum için rahatlamıştım. Öyleydi ya da böyleydi sonuçta işe yaramıştı. Tüm varsayımları zank zunk beynimde patlattım. Başımın dönmesi geçmişti, yorulmuştum, uykum vardı. Son defa bilgisayarımı açtım (aslında hiç kapanmayan bilgisayarımı), yeni bir mailim vardı. “Çek Cumhuriyeti’nde 6 ay sonra başlayıp, 12 ay sürecek olan projeye olan başvurunuz kabul edilmiştir. Tebrikler.”
8-9 aydır üzerinde ter döktüğüm iş sonunda gerçekleşmişti. Bir proje sayesinde daha önce eğitim gördüğüm Çek Cumhuriyeti’ne gidecek, daha önce yaptıgım aptallıgı bir daha yapmayarak geri dönmeyecektim. 6 ay sonra onun gelişiydi oysa ki. Tam o gelirken benim gidecek olmam kaderin bir cilvesi miydi?


Bu gecenin sesi: http://fizy.com/#s/16l4k1