16 Kasım 2010 Salı

Dört Gün Dört Gece








Herkes kendi acısını yaşarken en acıklı durumda oldugunu düşünür. Dünyanın en büyük acısı onu bulmuştur, ağır şekilde yaralanmıştır ve bir daha hiç iyileşemeyecektir. Oysa mutlu iken mutlu oldugunu fark etmez de geriye dönüp en mutlu anını aradığında ya da kötü ihtimal artık elinde olmayanı düşünüp onunla ilgili gülümseten bir şeyler hatırlamak zorunda kaldığında yaşadıklarından en güzelini seçer ve der : ‘ Mutluydum’. İşte ben onunla yaşadığım o dört günün her anında mutluydum. Daha önemlisi o mutluluk anını yaşarken mutlu olduğunu hisseden ender insanlardan biri olduğumu biliyordum.






Dünyanın en zavallısı oldugunu düşünürken insan gözüne ışık tutulmuş tavşan misali nereye gideceğini ya da neyin doğru oldugunu pek bilemiyor. Ben de onulmaz yaramı kendime göre en kesin yöntemle tedavi edecektim. Ayrılmak… Bu kadar yalnızlıgı hak etmiyordum. Ne derdim vardı o kadar zaman bekliyordum? Neden bunları çekmek zorundaydım? Zaten Çek Cumhuriyeti’nde yeni bir hayat beni bekliyor olacaktı, onu oraya aldırma çabalarımın sonuçsuz kalacağını ikimiz de biliyorduk.

Bunları söyledim. “Tamam” demekten ziyade her zaman bir şeylerin üstesinden gelmeyi seçen – en azından deneyen sevgilimse “Mayısta Türkiye’ye geliyorum” dedi.

Deliriyordum. Mayısın sonuna  kadar saymak elbette Eylül’e kadar saymaktan daha iyiydi. Dört günlük bir süre içinde bile birlikte olabilmek her şeyden üstündü. Sırf o dört gün için hayatımın yirmi beş yılını feda edebilirdim. Sağ salim gelebilmesi için dualar ediyorduk, en büyük korkumuz ise o sıralar İzlanda’da patlayan yanardağ yüzünden uçağının iptal edilmesiydi.

**

Tüm bu korkular geçmiş, havaalanında bekliyordum. Oturamıyordum, heyecandan… Ayakta duramıyordum, çünkü çişini zar zor tutan ya da ishal olmuş bir çocuk gibi kıvranarak hareket ediyordum ve haliyle orada bulunan herkes bu gerzekten gözlerini alamıyordu.

Sonunda girişte onu gördüm, aramızdaki bariyere rağmen elele tutuşarak bariyerin bitişine kadar koştuk. Sanki beni yiyip bitiren yoksuzluğuna inat eder gibi öyle bir sarıldık ki dünyada yalnızca o ve ben vardık. (Ama eminim gözünü alamamış o seyirci şimdi anlıyordu o gerzekliğin sebebini…)

O dört gün boyunca düşündüğüm tek şey onunla ne kadar mutlu olduğumdu. Sonradan hatırladığım bir mutluluk degildi bu. O anın içinde, elini tutarken avuçlarımda, her adımımda topuklarımda, her bakışımda gözlerindeki yansımamda, güneşte parlayan her bir saç telinde, yemeye doyamadıgı tatlının en güzel yerinde, içtiğimiz şarapta, uzun ve güzel gecelerimizde ve koynumda uyurken alıp verdiği o derin nefeste duyduğum mutluluktu. Onun için çektiğim her şey, lanet yalnızlığım, uykusuzluk, her şey ama her şey onunla birlikte geçirdiğim dört güne değerdi.

Ama dört gün kısa bir süreydi. Yine başka bir tarihi beklemek üzere ondan ayrılacaktım. Dört gün önce onu heyecanla karşıladığım havaalanında bu sefer gözyaşları içinde oturuyor, gitmemesini istiyor, onsuz ne boktan bir hayatım olduğuna onu inandırmaya çalışıyordum. Ağlayarak beni ikna etmeye çalışması ise durumumuzun ne denli çözümsüz oldugunu gösteriyordu aslında.  Ufak bir çocuk takıldı gözümüze. Lösemi hastası. Elinde bedeni olmayan  bir barbie bebek kafasıyla ordan oraya koşturuyordu. Yanımıza geldi, gözümün içine baktı “neden ağlıyorsun?” dedi. “Çünkü bu kız beni bırakıp gitmek istiyor.” demek isterken hıçkırıklara boğuldum. Bakakaldı. Sevgilimse “gidiyorum diye üzülüyor.” diyebildi. Cevabı mantıklıydı “e gitme o zaman sen de”.
Hayatımın en korkunç anları gitmesiyle geri gelmişti. Bu sefer çekmeye niyetim yoktu. Gidişinden bir hafta sonra ona şöyle yazıyordum:  “Ben yapamıyorum, buna katlanamıyorum. Bitsin.”


Bu gecenin sesi:    http://fizy.com/#s/1lw0i4

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder