11 Şubat 2011 Cuma

Kıskançlık





Onun gelmesiyle hayatımdaki her şey rayına oturmuş gibiydi. Yeni bir evimiz vardı. Yuvamızı yavaş ama güzel şekilde, tam istediğimiz gibi olmasa da bizi memnun edecek kadar iyi kurmaya başlamıştık.






Geldiği gün bambaşkaydı. Altı aylık bir özlem sonrası ne yapacağımı bilemez haldeydim aslında. Teni, saçları, konuşması… Her şeyi değişmiş gibi geliyordu. Bu kadar özlem yaşadıktan sonra nasıl davranacağımı bilemiyordum. Beklemeye alışmıştım belki, belki de beklemekten çok yorulmuştum. Onu karşımda görmek bana çok büyük bir mutluluk veriyordu vermesine ama bu uzun ayrılık dönemi sonrasında onun yanımda olması garip bir hissi de beraberinde getirmiyor değildi. Çok tuhaftı gerçekten, hem hiç onsuz o ayları yaşamamış, o hep yanımdaymış gibiydim;  hem de aslında daha gelmemiş ya da her an gidecekmiş gibiydi. O altı ayda içimde açılan boşluk hissini kapatamadım bir süre.

Aynı yatağa yatmaya başlayıp, aynı masada, birlikte kurduğumuz evimizde yemek yiyene ve televizyonun karşısındaki kanepede sarılarak saçma sapan dizileri büyük keyifle izleyinceye kadar yaşadım bu ne yapacağını bilemez durumları. Sonra fark ettim ki artık bambaşka bir hayatın içindeyim. Onunla bir hayat kuruyorum. Hiç kimse bu hayata müdahale edemez, hiçbir şey bu birlikteliğimizi bozamazdı ve her şey mutluluğumuza birer katkı gibiydi. Gecenin geç saatlerine kadar uzayan işimi bırakıp kendimi evimize vermiştim. Her gün en güzel yemeklerle ve güzel bir evle onun işten gelmesini bekliyordum. Ona kapıyı açmaktan, bütün gün o anı beklemiş yüzünü görmekten daha çok mutlu edecek bir şey yoktu beni. Hiçbir şey sıkıntı vermiyor, aksine en rahatsız olabileceğim şeyleri bile göz ardı edip mutlu olabileceğim bir şeyler çıkarabiliyordum. Yaklaşık bir yıldır çok acılar çekmiştim, çok yalnız kalmış ve gerçekten mutsuzluğun ne demek olduğunu anlamıştım. Şimdi, bütün o acıları bu günleri yaşayabilmek için çektiğime inanıyor, artık hayattan başka bir arzumun kalmamış olduğuna inanıyordum. Elbette bu mutluluğun daimi olmasından başka.

Ancak beni bugün bu kadar yorulmuş kılan, güçsüz yapan ilk adımları da aynı dönemlerde yaşamaya başlamıştım. İlk olarak eski sevgilisinin birkaç fotoğrafını, bir başka sevgilisinin ise mektubunu bulmuştum bir çekmecede. Bu beni öylesine derinden yaralamıştı ki. Onların orada olduğunu bilmediğine, saklamadığına inanıyordum, savunması inandırıcı ve mantıklıydı çünkü. Ama ben kırılmıştım çünkü birlikte kurduğumuz evin içerisinde bunları bulmamalıydım. Kırılganlığımı çabuk da aşmıştım, bunlarla kaybedemeyecek kadar değerli idi çünkü birlikte geçirdiğimiz zamanlar. Fakat bir, iki, üç olmaya başlamıştı aynı şey ve kırgınlığım üzüntüye, sonrasında ise öfkeye dönmüştü. Fazlasıyla büyütmeye başlamıştım bu durumu. Sürekli önüme çıkıp durmalarından inanılmaz büyük bir rahatsızlık duyuyordum. Birlikte yaşamamızın üçüncü ayında artık paranoyalarla kendimi delirtmeye başlamıştım. Yazarken çok basit geliyor aslında, anlamanızı beklemiyorum bu nedenle yaşadığım o ağır dönemi. Ama öyle yaralayıcı, öyle kırıcıydı ki benim için ve kademe kademe ilerlemesi, her yaşadığımızda aynı şeyi gerekçe olarak önüme sunması artık beni delirtir vaziyete gelmişti. Eski sevgililerini öldürmek, boğmak istiyor, hiç tanımadığım ve belki de çok iyi insanlar olabilecek o insanlara hıncım ve öfkem gün geçtikçe artıyordu. Oysa benim de eski sevgilelerim vardı, olmuştu ve onun da olmasından daha doğal bir şey olamazdı. Ama bunu kabul edemiyor, en azından onları artık bu kadar yakından tanımamam gerektiğini düşünüyordum.  

Ve ben o zamana kadar kimseyi kıskanmamıştım. Ne ablamı, ne çocukluğumda arkadaşımı, öğretmenimi, benden iyi not alan sınıf arkadaşımı, benden güzel olan başka bir kadını, sevgilimi, annemi, babamı… Kimseyi kıskanmamıştım ben. Şimdi bu büyük bir aşka birlikte gelen kıskançlığı kaldıramıyor, akıl almaz buluyordum. En yakın dostum dediğim kişilere bile bu derdimi anlatamıyor, “kıskanıyorum ve bu beni deli ediyor!” diyemiyordum. Çünkü hissettiğim bu iğrenç duygudan utanç duyuyordum.
**

İlk maaşını aldığı gün birlikte sık sık yaptığımız gibi güzel bir restauranta gittik. İlk maaşını almıştı, birlikteydik, mutluyduk, huzurluyduk (ona göre). Ama benim halim niceydi. İçimde bir şeyler beni mutlu olmaktan alıkoyuyor gibiydi. Ne kadar sevinsem ve gülmeye çalışsam da içimde yaşadığım paranoya ve kıskançlık artık benim ben olmama izin vermiyordu. Masaya oturduk, şaraplarımızı söyledik. “Noldu? Bir şeyin var belli ki, benden saklama lütfen” demesiyle birlikte kalabalık lokantada gözyaşlarımı salıverdim. Hikayemi takip eden biri iseniz artık çok dolmadan, bıçak kemiğe dayanmadan ağlamadığımı da öğrenmişsinizdir. Böylesine basit bir konuyu büyüterek bu raddeye getirmiştim işte. Hıçkırıklarla boğulmuş vaziyette derdimi anlattım. Bu nedenle psikoloğa gitmek istediğimi söyledim. Kıskançlığın beni yiyip bitirdiğini onun görmediğini, bu hale beni onun getirdiğini yüzüne tokat gibi vurarak anlattım. Kendini suçlu hissediyordu. Vicdan meselesi haline gelmişti ağlamamla birlikte. Ama onun üzülmesinden rahatsızlık duymuyor, aksine acının dibine vurmasını istiyordum. Üzüntüme öfke de karışmıştı artık. Bu şekilde hissetmeme ve ilişkimize darbe vurmaya o sebep olmuştu. Rahatlamıştım bu öfkemi ve üzüntümü anlatarak ama artık yaralandığımı biliyordum. Sorunlarımızı çözmüş gibiydik aslında. Ama aslında benim için hiç de öyle değildi…



Bunun dışında eski ve yeni yazılarımı www.gecenotlari.com sitesinden takip edebilirsiniz. Sevgiyle kalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder