11 Kasım 2010 Perşembe

Acıdan Başım Dönerken







Kimse acıtamazdı beni. Kimse beni bırakıp gidememişti. Kimse ağlatmamıştı. Ya da kimse elimi bırakmamıştı. Kimse yıkmamıştı ve ben kimsenin bunu yapmasına zaten izin vermemiştim.





    

       Böyle bir acıya alışkın degildim. Çok acılar çektim belki, süründüğüm günler olmuştu elbet. Ama bu farklıydı. Ne o zaman bu acıya bir isim verebiliyordum, ne de şimdi bu acıyı yaşadıgım gibi anlatabiliyorum.

Bedenim taşlaşmış gibiydi, ruhum giden sevgili acısını beni kırbaçlarcasına yaşamaktaydı. Bedenim kaskatı kesilmiş, sanki ruhumun acısını yaşamasına karşı koyuyordu. Ne ağlayabiliyordum, ne de bağırabiliyordum. Sadece midemde, göğsümde, boğazımda bir yumruk… Bu yumruğun verdigi doluluk hissini, acıyı kaldıramıyor, yatağımda saatlerce cenin gibi büzülmüş vaziyette kalıyordum. Kilometreler yetmezmiş gibi her geçen dakika, saat, hafta sanki beni sevdiğim insandan  uzaklaştırıyordu. Hepsi birer düşman olup çıkmıştı vücuduma iğneler gibi batarak… Bu yalnızlığı hak ediyor muydum?

Uyanmak için bir sebebim yoktu sanki. Zaten uykusuzlukla kıyasıya verdigim bir mücadele söz konusuydu belki 10 yıldır. Hiçbir zaman “normal” yaşayan gündüz insanlarından olamamış, ancak güzel bir işle dize gelmiş, yine de dayanamamış, gece kahvaltı yapan, gece yazan, gece eğlenen, gece okuyan, gece çalışan, her şeyini gece yapan bir insan haline geri dönmüştüm. Gidişiyle gece-gündüz ayrımım da kaybolmuş, artık hiç uyumadan okula / işe gider olmuştum. En yakınlarım bu acımı görüyor ama onlara hiç bir şey diyemiyordum. “evet” ve “hayır” larla verdiğim cevaplar içimde yaşadıgım hiç bir şeyin açıklaması olamıyordu tabi ki.


“Bu üzüntüye pabuç bırakmamalıyım!” dedim bir gün kendime.  Gözpınarlarımda biriken yaşları engelleyemedim bu sefer. Hem zaten geç buldugum bir insanı uzaklara gönderebildiğim için, “gitme” diyemedim diye suçluluk duyuyor, hem kadersizliğime yanıyor, hem çıkış noktasını belli etmeden tüm bedenime yayılan o lanet yalnızlık acısını engelleyemiyor, hem de sevme ve sevilme gibi bir ihtiyacı ölüm kalım meselesi haline getirdiğim için kendime kızıyordum. Gözyaşlarım bunları ardına ardına düşününce daha da hızlı akıyor, kendimi zavallı gibi hissettirirken acıyı içime iyice işliyordu. En sonunda  ağzımdan salyalar akarak yere kendimi atmış vaziyette hıncımı koltuktan alıyordum.

Kafamı kaldırdığımda birazcık öfkeden kurtulmuş gibiydim. Aklıma en sevdigim yazarın en etkilendiğim cümlelerinden biri gelmişti. Daha iyi bir fikir olamazdı, en azından o an yok gibiydi. Apar topar üstümdekilerle, o sert kış soğuğunu ve karı düşünmeden evden fırladım. Koşarak fikrin merkezine geldim.

“Bir ara aşktan sersemlemiş bir kafayla salıncağa bindim ve tüm gücümle sallanmaya başladım. Salıncak hızla düşer gibi aşağıya inerken karnımdaki acı biraz azalıyordu. Salıncağın uzun ipleri gıcırdar, ben havada koskocaman bir yay çizerken, kafamı geriye ve yere doğru sarkıtırsam, aşk acım biraz daha erteleniyordu. “ (O. Pamuk, Masumiyet Müzesi)

Eve karın kokusunu ve o garip sessizliğini duyarak geldim. Rahatlamıştım. Belki bu yöntem işe yaramak zorundaymışçasına o salıncaklara koştugum için rahatlamıştım. Öyleydi ya da böyleydi sonuçta işe yaramıştı. Tüm varsayımları zank zunk beynimde patlattım. Başımın dönmesi geçmişti, yorulmuştum, uykum vardı. Son defa bilgisayarımı açtım (aslında hiç kapanmayan bilgisayarımı), yeni bir mailim vardı. “Çek Cumhuriyeti’nde 6 ay sonra başlayıp, 12 ay sürecek olan projeye olan başvurunuz kabul edilmiştir. Tebrikler.”
8-9 aydır üzerinde ter döktüğüm iş sonunda gerçekleşmişti. Bir proje sayesinde daha önce eğitim gördüğüm Çek Cumhuriyeti’ne gidecek, daha önce yaptıgım aptallıgı bir daha yapmayarak geri dönmeyecektim. 6 ay sonra onun gelişiydi oysa ki. Tam o gelirken benim gidecek olmam kaderin bir cilvesi miydi?


Bu gecenin sesi: http://fizy.com/#s/16l4k1

2 yorum:

  1. keske türkce sarki koysaydin.. bu yabanci sarkiyi sevmedim. ühüüüüüü

    YanıtlaSil